1 Aralık 2013 Pazar

VE BEN

 
Soğuk saatleri vardı o gecenin
Ve ben,
Ben üşüyordum o dakikalarda
Bir titremedir ki
Alıyordu bedenimi
Ve ben,
Ben titriyordum yokluğunda
Soğuyordu hissiyatı ruhumun
Donuyordu ruhum
Ve ben,
Ben yok oluyordum adeta
Yokluğumda kayboluyordum
Ruhumun koridorlarında yankılanıyordu sesim
Her geri dönüşünde
Biraz daha yalnızlaşıyordu kelimeler
Gerçi nasıl unuturum
Sözcükler yetim kalmıştı yokluğunda
Doğru ya,
Cümlelerin ne anlamı vardı
Bir başınaydı tüm kelimeler
Ve ben,
Ben kelimelerin yalnızlığında kaybettim hayalleri

Tuğçe AKDEMİR
   İstanbul- 29.11.13
 


26 Kasım 2013 Salı

BULUTSUZ YAĞMUR

İnsan tanımadan da sevebilir mi?
Sevebiliyormuş meğer
Bakmadan da görebiliyormuş bazen
Fakat bilemiyormuş, neden?
Savrulsa da yolda
Vazgeçemiyormuş yol almaktan
Yağmur damlası ayrılsa da bir buluttan
Buharlaşmadan edemiyormuş tekrar
Diyecekler ki bulut seni hatırlamıyor
Duracak yağmur damlası
Diyecek ki
Bulut bensiz yok oluyor
Bulut da haklı
Nereden bilsin bir kez gördüğü
Yağmurun onu özleyebileceğini
Yağmur olmak neden suç olsun ki
Ya bulut olmak
O da suç değil
Yeter ki yağmurun farkına varabilsin.

Tuğçe AKDEMİR

SANA DİYORUM BEYNİM

Kim sevdi ki seni zaten,
Kim hatırladı?
Gözyaşlarından başka kim nöbet tuttu gözlerinde?
O da olmayacaktı elbet.
Bunu biliyordun
Evet, en kötüsü bunu sen de biliyordun.
Sana diyorum beynim,
Neden uyarmadın kalbimi?

Yine baş başayız beynim
Sen, gözyaşları ve ben
Bilmiyor muydun kaybedeceğini?
Bazılarının sınavı yalnızlıkmış
Bilmiyor muydun yalnızlığa mahkumiyetimizi?
Sana diyorum beynim,
Neden uyarmadın kalbimi?

Tuğçe AKDEMİR
26.11.13

4 Kasım 2013 Pazartesi

HİÇ

          HİÇ

Hiçlik bir dünyada,
Birer hiçiz biz de.
Hiç doğmamış gibi,
Hiç olmamış gibi.
Hiç yer kaplamaz bedenimiz
Her yer hiçlikle kaplı
Boş umutlar, boş hayaller
Bir hiç uğruna tükenen ömürler
Hiç düşündün mü hayatın manasını?
Belki hiç aklına bile gelmemiştir.
Hiç kalbinle baktın mı yaşama,
Hiç gözlerinle konuştun mu başkalarına?
Umut, hayal, gözyaşı başka ne var dünyada?
Gözlerinden kanlar yağarken,
Kim bilir kaç kez hiç var olmamış olmayı diledin.
Sessizliğin sesinde kayboldu ruhun.
Bazen hayatın sokak soytarısı oldun.
Bazen hiçliğe yenik düştü bedenin.
Gözlerin karanlık labirentlerde kayboldu,
Sözlerin boş duvarlarda susturuldu.
Çığlıklar kalbin içine bastırıldı.
Ne için? Hayat bir hiçse,
Bunlar da bir hiç.
Hiç yere yorma, o hiçlerle dolu beynini
Hiçleri umursama ama yine de unutma,
Bizler de birer hiçiz belki de…

Tuğçe AKDEMİR
Kelebekler Işığa Gider- sayfa 33


3 Kasım 2013 Pazar

Sonsuz Bir Umut

     "Bir kelebeğin boşluğa süzülüşüydü sonsuzluk ve yine bir kelebeğin ışığa gidişiydi umut. Işığa süzülen bir kelebekse sonsuz bir umuttu.
     Kelebek ve ışık arasındaydı en büyük aşk. Yanacağını bile bile ışığa gidebilmekti, ulaşamasa bile o uğurda ölmekti. Kelebek bazen sorardı kendine aşkı ışığa mıydı yoksa kalbindeki sonsuz umuda mı? Bir günlük ömrüne sonsuzluğu sığdırabilmek mi onu ışığa itmişti yoksa ışığı bulma isteği mi? Bunu bilmiyordu sadece uçuyordu işte. Ne de olsa uçmak bulunduğu karanlığa açtığı bir savaştı sonunda ölüm olsa bile.
      Kelebek bir an durdu. Ne yapıyordu, ışığa yaklaştıkça artan sıcaklığı hissetmiyor muydu? Düşündü. Elbette hissediyordu ama o, dönüp arkasına baktıktan sonra ışığa yöneldi ve uçmaya devam etti. Yansa bile karanlıkta tek başına sessizliğin sesini dinleyerek ölmekten daha iyiydi. En azından aydınlığın ona verdiği sıcakla yüreğinin odalarına dolan huzurla ölecekti. Hedefe varmanın, karanlığın şahını devirdiği o anın sevinciyle ölecekti. Hayat ona değil, o hayata mat diyecekti, sonsuzluğu yaşadığı o tek günde.”
                                                         
                                                                 Tuğçe AKDEMİR
                                                      Kelebekler Işığa Gider- sayfa 165



12 Eylül 2013 Perşembe

KARANLIK

         KARANLIK

Kaybetmekti en kötüsü
Belki de tekrar bulamamak
Bir olta atmaktı çöle
Belki de onu bile atamamak

Beklemekti derdi dert yapan 
Ve yine beklemekti, bekleneni beklenen kılan
Umut ise bir ateş böceği misali aydınlatmaktı
İçinde kaybolduğu karanlığı;
Beklenen, karanlığa bürünene kadar

Yok olmaktı en kötüsü
Belki de yok etmek
Bir taş atmaktı dipsiz kuyuya
Belki de atlamaktı en derine

Görememekti karanlığa mahkumiyet
Ve yine görememekti, bakmak yaşanana 
Yaşanan geçmiş olmadan

Sen havaydın ciğerlerimi dolduran
Ve karanlığa mahkumiyet,
Bir mum bile yakamamaktı sensizlikte

Tuğçe AKDEMİR
13.09.2013

24 Temmuz 2013 Çarşamba

SUSMAK İSTER BİR İNSAN

SUSMAK İSTER BİR İNSAN

Sustuğunda bir insan
yankılanır düşünceler karşıdaki boşlukta
insan sustuğunda farkeder
yalnızlığın kalabalığını
kaybolmak ister bir insan;
şekerden yapılmış bir kasabada
ya da yolu belirsiz bir trende
kaybetmek ister bir insan;
aslında kaybedecek hiçbir şeyinin olmadığını farkettiğinde
keşfetmek ister bir insan;
ayak değmemiş bir kumsal gördüğünde
ıslanmış kirpiklerin ardında saklanan gözleri farkettiğinde
görmek ister bir insan;
yılların hasreti çöktüğünde yüreğe
hayallerde bile başladıysa kaybetmeye
haykırmak bile yetmiyorsa  acıyı dindirmeye
ve yine susmak ister bir insan;
tarifi mümkün değilse durumun
silinmiyorsa karanlığı dökülen kurumun
aydınlatamıyorsa  ışığı ufak bir mumun
ve yine kaybolmak ister bir insan ;
pusula hiç varolmamışsa çıkılan yolda
sarılacak hatıralar yoksa bir kolda
insanlar arkadan vurmaya ya da önden yürümeye başladıysa
dost kalmadıysa sağda ya da solda
ve yine kaybetmek ister bir insan;
kazanmaya yetmiyorsa artık alın teri
geri dönüyorsa yola çıkan her dost neferi
patlıyorsa bir çocuğun bisikletinin tekeri
ve yine keşfetmek ister bir insan;
en tozlu günde toz konmayan bir yüreği
yozlaşmış dünyada bir sandalcı,  kaybetmeyen sandaldaki küreği
ve yine görmek ister bir insan;
doğan güneşle aydınlanan puslu geceyi
bir annenin çocuğu için kaynatacağı tencereyi
uçurtmanın gölgesiyle koşuşan bir kediyi
neşeyle atılan bir topun kıracağı pencereyi
ve insan yine susmak ister
yine kaybolmak
yine kaybetmek
yine keşfetmek
yine görmek
ta ki
susacak kadar yalnız olmayana
kaybolacak kadar yitmiş olmayana
kaybedecek kadar düşmüş olmayana
keşfedecek hiçbir yer kalmayana
göremediği bir yelle savrulmayana
kadar...

Tuğçe AKDEMİR
25.07.2013
İstanbul




17 Haziran 2013 Pazartesi

Aydınlığa Koşan Bir Orman

                                            AYDINLIĞA KOŞAN BİR ORMAN
   Yeşil, sıcak ve gülücüklerle dolu bir mekanın öyküsüdür bu yazacağım. Mavi bir gökyüzünün altında koca bir çınardı mutluluk. Güneşin ışık saçtığı anda kanatlarını açan bir kuş, konuverdi bu koca çınara. Birden görünüverdi minicik yuvası. Bir yaprak koptu koca çınardan. Süzülerek indi ağacın gölgesinde dinlenen köpeğin kucağına. Ardından karıncalar belirdi çınarı besleyen toprakta. Onlar da yemekleri ve mutluluğu depolamaya başlamışlardı kışa.
     Koca çınarın birçok arkadaşı vardı, orman gibi kardeşcesine bir parktı burası. Ve bir gün ölüm fermanı yayınlandı bu park için. Koca çınar hiç olmadığı kadar yalnızdı o gün. Güneş soğuktu keskin bir buz gibi, karanlıktı gökyüzü aydınlanmayı unutmuş bir mağara duvarı gibi ve sessizdi cadde lal olmuş bir vicdan gibi. Sessizlik kanatmıştı yürekleri, konuşmasına ne gerek vardı parkın, gözler görmüyor muydu çöken hüznün karanlığını ve ten hissetmiyor muydu baskıcı havanın ağırlığını? Yürekler dayanamadı ve toplandı parkta tek amaçları göstermekti sevginin yaşandığı bu toprakta yeşeren mutluluğu. Oturdu nice vicdanı hür birey parkın bir kenarına ve açtı kitaplarını umut saçmak uğruna koca çınara. Karanlık gittikçe çöküyor, neşenin filizlendiği bu toprak neye uğrayacağını saptayamaz hale geliyordu.
     Kum saatinden akan kumlar tarihe gömülürken bir ışık belirdi bu parkta. Aman Allahım! Ne kadar yakıcıydı parlaklığı! Gittikçe arttı sıcaklık, meğer yaktıkları umutlarmış geceyi kaplayan bu yakıcı ışık. Bir umut yakıldı, beş umut filizlendi; beş umut yakıldı on bin umut filizlendi.
     Ertesi gün güneş doğduğunda artık park ne o eski park, insanlar ne o eski insanlardı. Bir gece, bir park, bir vicdansızlık uyandırıvermişti koca bir milleti. Katlanarak büyüdü umutlar saygıyla açılan kitaplar saygıyla kapandı. Vakit söyleme vaktiydi, uyandığını belirtme vaktiydi. Bir ses bir damla su misali düştü bir bardağa, ardından bir ses daha doğdu. Her ses bir gerçeklikti. Her ses bardağa dolan bir damlaydı adeta. Ve o sabırla dolan bardak taşıverdi artık. Ne kadar basitti suyun su olduğunu kabul etmek ve içip boşaltmak, rahatlatmak milletin kabaran yüreğini. Ama dolan bardağa bir tekme atmayı tercih etmişti halktan gelip halkı yok etmeye karar veren bir güç. Bardak devrildi ve sular akmaya başladı yavaşça. Akan su kitlesi ulaştığı her yeri uyandırıyor, ulaştığı her köşeyi ferahlığa davet ediyordu.
     Park büyüdü bir yurt oldu birden. Ülke hatırlayıverdi koca çınarı. Hatırlamak, bilmek, uyanmak sanki santranç tahtasında yapılan bir hamle gibi karşıt bir hamle doğurdu. Gazlar gerçekleri unutturmaya, tazyikli sular silmeye çalıştı hafızaları. Sonra anladılar silinmeyeceğini kazınan bir gerçeğin. Fırlatılan bir ok nasıl geri dönmüyorsa, uyananlarda uykuya elveda dedi o günden bu yana.
     Baktılar ki uyanan uyandırıyor diğerlerini de; medya kör, sağır oldu. Uykuya minik penguenlerle davet edildi halk. Olmadı, yine uyumadılar. Kabullendi çoğu; ülkede tohumların fidana , fidanların ağaca, ağaçların yüce bir ormana döndüğünü ve izinde olduğunu koca çınarın. Kabullenenlerin sayısı arttıkça güneş tekrar ısınmaya, hava tekrar aydınlanmaya başladı. Ve yüce ormanın başındaki kuvvet yine konuştu. Çınar yıkılmalıydı ona göre, bir orman yok olmalıydı, vicdanlar kör olmalıydı onunki gibi.
      Tekrar ve tekrar körleştirilmeye çalışıldı vicdanlar, köleleştirilmeye bedenler, sessizleştirilmeye yürekler, karartılmaya ufuklar. Aydınlık yükseldiğinde karanlık doğdu aniden. Sesler yükseldiğinde, sessizlik çöktü derinden.
     Park boşaltıldı, peki yürekler? Onları boşaltabilir miydi ıssız ve karanlık beyinler? Her yer ıssızlaşmaya başladığı an koca çınara doğrultulan bir göz, hilal ve ayın altında bir beden duruverdi aniden. Bu dirilen gençliğin nefesiydi. Sıcak ve içten bir nefes... İyilik mi kazanır, kötülük mü bilemem. Gökten üç elma düşmüş ve mutlu sona erilmiş demeyi çok isterdim. Nitekim o elmalar için ağaçlar lazım, o mutlu son için uyanan gençliğin sıcak nefesi lazım, aydınlık için karanlığa ışık tutmak lazım, sessiz vicdanlara ses olmak lazım. Bu sesi susturmazlarsa, bu kabaran yüreklerin taşmasını engellemezlerse, her yanan mum bir diğerini yakarsa aydınlık kaçınılmazdır...
     
Tuğçe AKDEMİR
17.06.2013

7 Haziran 2013 Cuma

Kaplumbağa Kabuğu

                                      KAPLUMBAĞA KABUĞU

       Kara bir buluttur sessizlik, ölümün yağmaya hazırlık yaptığı anlar gibidir. Yağışa kapılmadan bir yere sığınmayı umarsın. Bazen çatısı sızdıran bir barakaya sığınırsın ve ıslanırsın. Ölüm yavaşça işler bedenine. Sesin duvarlarda yankılanıp sana dönünceye kadar yalnız kalırsın. Ruhun, ölümün soğuk yüzüyle hiç olmadığı kadar yalnız ve bir o kadar da kalabalıktır. O anın yalnızlığı mı kucağıdır Tanrının? Ya o kalabalık, O da kanatları mıdır meleklerin? Cenneti midir kan çanağı olmuş gözlerin uykuya daldığı an? 
       Hangisi sahtedir, rüyalarında tattığın nice gülücüğün sıcaklığı mı yoksa uyandığında kalkmak için yere bastığın ayağına  yayılan soğuk mu? Gerçek, neye göre gerçektir ya da sahte, kim dediği için sahtedir? Gerçeklik ve Gerçek dışılık sadece beyninin sana hükmetmesidir. Sen beynine hükmettiğinde bazen gerçekler bir hayal, hayaller ise bir yaşanmışlıktır. Kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağanın korkusudur; dünyanın gerçekliğine, rüyaların ve düşlerin sahteliğine inanmak. Ya dünya yaşamı rüyaysa ve bir gün uyanırsan, bir gün kara bulutların yağmurları ıslatıp uyandırırsa seni bu rüyadan, o kaplumbağa çıkarırsa kafasını ve görürse sahte korkusunu...

Tuğçe AKDEMİR
    07.06.2013

19 Mart 2013 Salı

ÖLÜM DAMLASI

                   Ölüm Damlası

    Bir damla yağmur düşer toprağa
    Ardından bir damla daha
    Çiseleyen yağmur, yavaş yavaş ıslatmaya başlar toprağı
    Topraksa kavrulan bedenini serinlemeye bırakmıştır
    Damlalar çoğaldıkça serinlik de artar
    Sağanak bir yağış başlar ardından
    Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur,
    Toprağın yarılmasına sebep olur, toprak çatladıkça çatlar
    Suyun yokluğu da çatlatır toprağı, varlığı da
    Peki birazcık serinlik için paramparça olmaya değer mi?
    Toprak suyu tadabilmek uğruna kabullenmiş midir ölümü?
    Ve su, her zaman ölümü müdür toprağın?
    Toprak su varken de ölür, yokken de
    Peki hangisini seçer?
    Görmeyerek yavaşça ölmek mi, görerek hızlıca can vermek mi?
    Sonunda ölüm olsa da sona nasıl geldiği mi önemlidir insanın?
    Yolun ne önemi vardı varacağın yer aynıysa?
    Varılacak yeri o yer yapan gidilen yol mu oluyordu yoksa?
    Sen, sevgili yağmur damlası
    Bunu okuyorsan eğer ben ya kavrulmuşum ya da boğulmuşum
    Sen, nedenisin ölü ruhların
    Ve ben, ölüyorum her türlü
    Ya boğ beni ya da kavur
    Ama ne yaparsan yap unutma
    Ölmek değil en ağırı,
    Unutulmak var ya işte o ezer ruhu..
    Ölüyorum
    Unutma, sevgili nedeni yok oluşumun
    Son nefesin yakıcılığı mı boğazımdaki sızı?
    Ölüyorum, minik su damlası
    Yaşam ve ölüm senken
    Neden hep ölüm çıktı kurrada?
    Pusulanın gösterdiği son yöndü varlığın
    Ve ben, kayboldum.

Tuğçe AKDEMİR
18.03.2013

14 Mart 2013 Perşembe

Vakti Gelmiş Gözleri Sonsuzluğa Kapamanın

Yenilen bir ekmekten arda kalan kırıntılar gibi gençliğimiz.
Kimin midesinde hayallerimiz?
Ve biz, ne zaman vazgeçtik biz olmaktan?
Neydi bizi kurtlar sofrasına iten?
Hangi yolu denersek deneyelim, bizim için her yol çıkmaz sokak.
Taşlarını sayarak yürüdüğümüz kaldırımlar,
Ne zamandan beri yoklar?
Ya da biz ne zamandır sapmaz olduk o eski yollara?
Ya eski dostlar, pusula onları da mı göstermiyor artık?
Vakit hayli geç olmuş, gençliği solumayan ruhlar için.
Öyleyse, vakti gelmiş gözleri sonsuzluğa kapamanın.


Tuğçe AKDEMİR
08.03.2013
Tekirdağ

8 Mart 2013 Cuma

Gözlerdeki Işıktadır Gerçek

     Gözlerdeki ışık ele verir, beynin labirent misali hatlarının derinliğini. Bir insanın gözlerine baktığınızda görürsünüz, yüreğinin temizliğini ya da kirini. Siz baktıkça anlatmaya devam eder gözler, ta ki ayrıntılarda gizlenen tüm gerçekleri gün yüzüne çıkarana dek. Bu yüzden midir, insanların gözlerini kaçırması? Atalarımız ne kadar doğru söylemiş meğer, gözler kalbin aynasıymış gerçekten.

Tuğçe AKDEMİR
07.10.2012
Tekirdağ

Yazılarımdan Alıntılar

Yazılarımdan Alıntılar

Tren rayları arasında beklemekti yaşam, ve zamansa ne taraftan geleceği belli olmayan bir trendi.Ya görecektik ya da ezilip gidecektik...
...
Güneş ışığı gelmediğinde mi soğurdu kaldırımlar, yoksa bir çift ayak değmediğinde mi? Yalnızlıktan mıydı ısının yokluğu?
...
Uçmak istediğimizde mi kanatlarımız çıkar yoksa uçtuğumuzda mı farkederiz kanatlarımızın varlığını?
...
" Doğarken yalnızsınızdır ve ölürken yine yalnız ölürsünüz. Doğarken yalnızlığın soğuk nefesi midir sizi ağlatan, yine aynı soğuk nefes mi soğutur ölürken bedeninizi?... " 

Tuğçe AKDEMİR
farklı zamanlar, farklı mekanlar

7 Mart 2013 Perşembe

Karanlığın Nabız Sesleri

                          Karanlığın Nabız Sesleri

    Her insan güneşin göz alıcı ışığıyla uyanır ve yine her insan gecenin karanlığa teslimiyetiyle uykuya dalar. Bazen geceyi aydınlatmak, bazense günü loşlaştırmak gerekir. Siz hiç geceyi aydınlattınız mı? Geceyi aydınlatmak dünya üzerindeki en ağır iştir.
     Hani bazen garip sesler duyar ve gece lambasını açarsınız. Korkarsınız çünkü karanlık yutucudur. Sonra ışığın varlığı size bu seslerin yan komşunun ayak sesleri olduğunu fısıldar. Ve siz de rahatça karanlık uykunuza geri dönersiniz.Ara sıra gerçekleri arama yoluna düşen yüreğiniz için siyaha beyaz tonlar katın. Tıpkı Bob Marley'nin dediği gibi "Karanlığa ışık tutun."
     Siyah ve beyaz birbirine zıt kavramları temsil eder çoğu zaman. Peki birbirlerine bağımlı kavramlar olmadıkları ne malum! Siyaha beyaz eklenmeden siyahı, beyaza siyah eklenmeden beyazı farkedebilir misiniz? Kelebekler ışığa giderler. çünkü içinde bulundukları karanlığı ancak ışıkla farkederler. Bu biraz da bilinmeyenden kaçma gibidir. Karanlık, üzerine çalışma yapılamayan ve bilinmeyen bir konudur. İnsanlar da doğal olarak doğru bilinenlerin yanlış çıkmasından korkarak karanlığa adım atmazlar.
     Bilinen gerçeklerin yanlışlığının ortaya konulduğu ve yeni bilgilerin açığa çıktığı döneme "Aydınlanma Dönemi" denilmiştir. Bunun nedeni ışığa yönelmek miydi, yoksa karanlığa ışık tutmak mı? Işığı ele almak mı, yoksa karanlığa adım atmak mı? Eğer ışığa ve bilinene gitmek olsaydı, şuan dünya bir öküzün boynuzunda dönüyor olurdu.
     Karanlık korkuların değil, bilinmeyenlerin nabız seslerinden oluşan bir orkestradır. Müziğe kulak verin. Mutlaka sahne aydınlanacak ve müzik doruğa varacak. Yeter ki siz karanlığa ışık tutma hevesinde olun.

Tuğçe AKDEMİR
29.11.2010
İstinye, İstanbul