BİR BÖCEK
Bir böceğin bacaklarındadır hayat.
Bazen bir çiçeğe konarsınız,
Bazen ardında ne olduğunu bilmediğiniz pencerelere.
Bir bal kavanozunda boğulmak da vardır,
Hızlı giden bir arabanın camında pestil olmak da.
Hayat ne getireceği belli olmayan bir yoldur.
Uçtuğunuz sürece özgürsünüz.
Uçtuğunuz sürece yaşarsınız.
Uçurun tüm düşünceleri,
Delilik size kalsın
Bir de bacakları bir böceğin.
Tuğçe AKDEMİR
"İkinci kitaptan ufak bir kesit"
24 Mart 2014 Pazartesi
11 Mart 2014 Salı
BEN BERKİN; BİR AKVARYUMA HAPSEDİLMİŞ BERKİN!
BEN BERKİN; BİR AKVARYUMA HAPSEDİLMİŞ BERKİN!
Ekmek ne kadar keskin bir silah ve 14 yaş ne kadar tehlikeli bir yaş? Bu kadar mı korku salıyordu küçücük bir bedenin ekmek alması? Boğazınızdan geçen her lokmada aklınıza gelmiyor mu; o ekmek ve o çocuk?
Ekmek almak evdeki küçük kahramanların görevi değil midir? Ya ekmek alırken vurdurmak bir çocuğu, bu hangi kahramanın (!) görevidir?
Ben Berkin, 14 yaşımda vuruldum. Komadayken 1 yaş büyüdüm. Adım 15, bedenim 14. Komadaki bir çocuk üfleyemez ki mumları! Hem söndürmeye gerek yok mumları, azıcık da olsa aydınlık kalsın etrafım. Bu ülkeye aydınlık gerek! Bir çocuğun öldürüldüğü bir toprak doğan güneşle aydınlanabilir mi ki? Kurumuş kanın karanlığı vardır o toprakta.
Ben Berkin, dünya artık 16 kilo! Ben kadar, eriyip kaybolan vicdanlar kadar, rüzgarla savrulan masumiyet, en derin kuyuda boğulan özgürlük ve yazamadan kırılmış kalemler kadar... Dünya artık 16 kilo!
Zaman dondu artık. Ben Berkin, 15 yaşında 16 kilo! Bir akvaryuma hapsettiler ve dondurdular bedenimi.
Ben Berkin, bir karadeliğe atılıp zamanın dışına çıkarılmış Berkin! Ölü bir beden yaşayan bir ruhum. Yaşayan bedeninizdeki ruhunuzu öldürmeyin! Düşüncelerinizi, özgürlüklerinizi, vicdanınızı hapsetmeyin hapsettirmeyin bir akvaryuma! Deniz olsun düşünceler, okyanus olsun özgürlükler ve yıkasın kurumuş kan karanlığındaki toprağı. Belki o zaman güneş aydınlatır toprağı ve insanlığın pusulayı kaybettiği yolu!
Tuğçe AKDEMİR
5 Mart 2014 Çarşamba
YAPRAĞIN DOĞUŞU
YAPRAĞIN DOĞUŞU
Akrep ve yelkovan
baş aşağı bekliyorlardı ve güneş yavaş yavaş görünmeye başladı. Hayat bir yoyo
misali inişli çıkışlı döngüsünde güne yukarıdan başlamaya karar verdi. Birden
aşağı düşecekti, günün ilerleyen saatlerinde.
Bir yaprak sıkıca
tutunduğu bir dalda güneşle göz göze geldi. Gerçekten doğmuş muydu güneş, yoksa
hayalini mi kuruyordu aydınlığın? Yaprak cevaplayamaz olmuştu bu soruyu. Ne
zamandır hayalini kurardı sıcak bir ışığın, dokunamasa bile uzaktan görmek
isterdi ışığı. Ve şu anda inanamıyordu gördüğüne. Aslında yaprağınki masumane
bir istekti, sadece ölmesin istiyordu ağaç. Kendi kavrulsa bile ağaç
ölmemeliydi. Düşündü yaprak, ne kadar seviyordu ağacı! Oysa ağaç farkına
varamayacak kadar büyük ve bir o kadar bencildi. Öyle düşünüyordu yaprak.
Ağaç sadece bir
kere görebilmişti yaprağı. Ama yaprak her gün izliyordu ağacı. Ağacın o kadar
çok yaprağı vardı ki farkına varamamıştı yüreği sevgi dolu olanın.
Güneş biraz daha
yükseldi, artık aydınlıktı etraf. Yaprak bir hayalde olmadığını fark etti.
Gerçekten aydınlığın sıcak nefesini tadabiliyordu. Ağaca baktı, diğer
yaprakların arasından. Gülümsedi. Ne güzel bir gülüşü vardı yaprağın! Ancak
ağaç bunu göremeyecek kadar kapatmıştı gözlerinin kepenklerini. Yine de
mutluydu yaprak.
Bir rüzgar
doğuverdi en derin buluttan. Koparıverdi birçok yaprağı dalından. Bizim yaprak
tüm gücüyle direniyordu fırtınaya. Gücünün tükenmek üzere olduğu dakikalarda
etrafına şöyle bir baktı. Kurulu bir düzenin farkına vardı. Çeşit çeşit yaprak
vardı ve hepsi bir daldaydı. Çeşit çeşit dal vardı ancak hepsi tek bir ağaca bağlıydı.
Birçok ağaç vardı fakat aynı toprakta can bulmuşlardı. Topraklar aynı zemine
dökülmüştü. Ve her zemin tek bir dünya üzerine kurulmuştu. Dünya gibi birçok
gezegen vardı. Ve evren hepsini karanlığında hapsetmişti. Yaprak ölüme bu kadar
yaklaştığında fark edebilmişti, mutlak karanlığı. Ve güneşin bir hayal olduğuna
inandırdı kendini. Güneş bu karanlıkta bulunamayacak kadar temiz ve masum
gelmişti gözüne.
Rüzgar dindi.
Yaprak gözlerini yere çevirdi. Yapraklar yatıyordu kara, toprak zeminde. Ve
ağaç hiçbir şey olmamışçasına dimdik duruyordu, eğilmemişti boynu. Tüm olan
ölen yapraklara olmuştu. Ölüm ancak ölenle ölümdü. Yaşayan ne anlardı ölümün
soğuk sesinden. Ona göre ölüm kara bir toprakta güneşlenmekti gün boyu. Ne
bilirdi kavrulmanın acısını, ne bilirdi yok olmanın sancısını!
Yaprak düşündü,
hayat ne tuhaftı? Bir an var oluyordun, bir an yok oluyordun. Bir an
gülüyordun, kum saatinden bir kum tanesinin döküldüğü bir sonraki an gülecek
gücü bulamıyordun. Bir an yaşıyordun ve bir an bakıyordun aslında sadece bir
ölü olduğunu anlıyordun. Hayat ne garipti değil mi?
Düşünceleri
beyninden kazımak istedi yaprak. Ne yani ağaç onu fark etmedi diye ağaçtan vaz
mı geçecekti? Ağaç bencil ve ölüme kayıtsız diye ağacı terk mi edecekti?
Beyninin koridorlarında tekrar volta atmaya başladı düşünceler. Fikirlerin her
adımı sarsıyordu yaprağı. Bu sarsıntılar geçtiğinde ağacın muhtaç olduğunu fark
etti, büyüklü küçüklü her yaprağa. Yaprak olmazsa ağaç nasıl nefes alırdı?
Ağaç yönetimi
elinde tutuyordu, yapraklar onun buyruğu altındaydı. Ancak bilmiyordu ya da
bildiğini belli etmiyordu ağaç, en küçük bir yaprağa dahi muhtaç olduğunu.
Çünkü yapraklar olmadan ağaç ölüme mahkumdu.
Ya yapraklar
topluca intihar etseydi, Ne yapardı ağaç?
Yüreğinde evreni
dahi aydınlatabilecek masumiyeti taşıyan yaprak, saklayıverdi tüm bildiklerini.
Beyninin karanlık, soğuk ve sessiz bir odasında gömüverdi kuytu bir duvarın
dibine düşünceleri. Düşünmedi, hatırlamadı ve fark etti ki artık hissedemiyordu
da.
Gömülen bir
fikrin ekilen bir tohum olduğunu bilmiyordu. Tohum çimlendiğinde yüreğine bir
hançer saplandığını hissetti. Bir tarafta düşünceleri, gerçekleri ve isyanı
vardı ağaca; diğer tarafta ölümüne seviyordu ağacı. Beyni ve kalbi arasında
kısır döngüye girdi yaprak.
Güneş artık
zirvedeydi, lakin bulutlar sarmıştı etrafını. Yüreği kıyıya vuran yaprağı bu
sefer düşüncelerinin boğması gibiydi.
Derin bir nefes
aldı yaprak. Hangi yolu seçeceğine karar vermeliydi. Beynini seçse ağacın
ölümüne yol açardı. Kalbini seçse kendi ölümüne giden yolda adım atmaya
başlardı. Seçimler bazen imkansız bir hal alabiliyordu. Seçmedi yaprak,
seçemedi. Karanlıktaki bu yol ayrımında hiçbir yola sapmadı. Böylece tüm
olasılıklar mümkün hale geldi.
Gökyüzünden düşen
bir damla yağmur yaprağa değdi ve başından ayaklarına kadar süzülüverdi.
Yağmurun serinliğinde buldu meleklerin kanatlarını ve aynı serinlik
hatırlatıverdi bir hakikati. Kalbi boşaltılan bir canlı nefes alamazdı ki!
Döndü ve ağaca baktı. Yol onu kendi ölümüne sürüklese bile kalbinin sonsuza dek
bu ağacın gölgesinde atabileceğini düşündü. Her rüzgarda daha sıkı tutundu
dala, her karanlık çöktüğünde kalbindeki ışığı sundu ağaca, doğan her güneşe
şükretti.
Ve bir gün kış
geliverdi, sevginin yuva kurduğu dala. Beyaz her zaman umut taşımıyordu
maalesef, ölüm de beyazdı bazen. Ya kefen, o da beyazdı.
Önce bir kar
tanesi konuverdi dala, hemen eriyiverdi. Ardından birkaç kar tanesi daha
geliverdi. Saniyeler birbirini kovaladıkça ve dakikalar saniyelerden kaçmaya başladıkça
dal beyazlaşmaya başladı. Yaprak titriyordu. Yine de nefesinin sıcağını ağaca
üflüyordu. O, üşümesin diye.
Aniden ayakları
kayıverdi yaprağın. Ait olduğu daldan kopuverdi. Havada yavaşça süzülüyor.
Gökyüzünden düşen her kar tanesinden bir darbe yiyordu. Hafif bir esinti
yaprağa yön verdi. Ve yaprak ağacın dibine düşüverdi.
Son kez baktı
yaprak. Ağacın dallarını ve onu kaplayan bembeyaz gökyüzünü gördü. Evren
karanlıktı ve güneş bir hayal, oysa ölüm bembeyaz. Yaprak gözlerini kapadı, aynı
beyaz kefenin altında ağacın yanıbaşında. Toprağa karıştı yaprak ve ağaç can
buldu toprakta.
TUĞÇE AKDEMİR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)