17 Haziran 2013 Pazartesi

Aydınlığa Koşan Bir Orman

                                            AYDINLIĞA KOŞAN BİR ORMAN
   Yeşil, sıcak ve gülücüklerle dolu bir mekanın öyküsüdür bu yazacağım. Mavi bir gökyüzünün altında koca bir çınardı mutluluk. Güneşin ışık saçtığı anda kanatlarını açan bir kuş, konuverdi bu koca çınara. Birden görünüverdi minicik yuvası. Bir yaprak koptu koca çınardan. Süzülerek indi ağacın gölgesinde dinlenen köpeğin kucağına. Ardından karıncalar belirdi çınarı besleyen toprakta. Onlar da yemekleri ve mutluluğu depolamaya başlamışlardı kışa.
     Koca çınarın birçok arkadaşı vardı, orman gibi kardeşcesine bir parktı burası. Ve bir gün ölüm fermanı yayınlandı bu park için. Koca çınar hiç olmadığı kadar yalnızdı o gün. Güneş soğuktu keskin bir buz gibi, karanlıktı gökyüzü aydınlanmayı unutmuş bir mağara duvarı gibi ve sessizdi cadde lal olmuş bir vicdan gibi. Sessizlik kanatmıştı yürekleri, konuşmasına ne gerek vardı parkın, gözler görmüyor muydu çöken hüznün karanlığını ve ten hissetmiyor muydu baskıcı havanın ağırlığını? Yürekler dayanamadı ve toplandı parkta tek amaçları göstermekti sevginin yaşandığı bu toprakta yeşeren mutluluğu. Oturdu nice vicdanı hür birey parkın bir kenarına ve açtı kitaplarını umut saçmak uğruna koca çınara. Karanlık gittikçe çöküyor, neşenin filizlendiği bu toprak neye uğrayacağını saptayamaz hale geliyordu.
     Kum saatinden akan kumlar tarihe gömülürken bir ışık belirdi bu parkta. Aman Allahım! Ne kadar yakıcıydı parlaklığı! Gittikçe arttı sıcaklık, meğer yaktıkları umutlarmış geceyi kaplayan bu yakıcı ışık. Bir umut yakıldı, beş umut filizlendi; beş umut yakıldı on bin umut filizlendi.
     Ertesi gün güneş doğduğunda artık park ne o eski park, insanlar ne o eski insanlardı. Bir gece, bir park, bir vicdansızlık uyandırıvermişti koca bir milleti. Katlanarak büyüdü umutlar saygıyla açılan kitaplar saygıyla kapandı. Vakit söyleme vaktiydi, uyandığını belirtme vaktiydi. Bir ses bir damla su misali düştü bir bardağa, ardından bir ses daha doğdu. Her ses bir gerçeklikti. Her ses bardağa dolan bir damlaydı adeta. Ve o sabırla dolan bardak taşıverdi artık. Ne kadar basitti suyun su olduğunu kabul etmek ve içip boşaltmak, rahatlatmak milletin kabaran yüreğini. Ama dolan bardağa bir tekme atmayı tercih etmişti halktan gelip halkı yok etmeye karar veren bir güç. Bardak devrildi ve sular akmaya başladı yavaşça. Akan su kitlesi ulaştığı her yeri uyandırıyor, ulaştığı her köşeyi ferahlığa davet ediyordu.
     Park büyüdü bir yurt oldu birden. Ülke hatırlayıverdi koca çınarı. Hatırlamak, bilmek, uyanmak sanki santranç tahtasında yapılan bir hamle gibi karşıt bir hamle doğurdu. Gazlar gerçekleri unutturmaya, tazyikli sular silmeye çalıştı hafızaları. Sonra anladılar silinmeyeceğini kazınan bir gerçeğin. Fırlatılan bir ok nasıl geri dönmüyorsa, uyananlarda uykuya elveda dedi o günden bu yana.
     Baktılar ki uyanan uyandırıyor diğerlerini de; medya kör, sağır oldu. Uykuya minik penguenlerle davet edildi halk. Olmadı, yine uyumadılar. Kabullendi çoğu; ülkede tohumların fidana , fidanların ağaca, ağaçların yüce bir ormana döndüğünü ve izinde olduğunu koca çınarın. Kabullenenlerin sayısı arttıkça güneş tekrar ısınmaya, hava tekrar aydınlanmaya başladı. Ve yüce ormanın başındaki kuvvet yine konuştu. Çınar yıkılmalıydı ona göre, bir orman yok olmalıydı, vicdanlar kör olmalıydı onunki gibi.
      Tekrar ve tekrar körleştirilmeye çalışıldı vicdanlar, köleleştirilmeye bedenler, sessizleştirilmeye yürekler, karartılmaya ufuklar. Aydınlık yükseldiğinde karanlık doğdu aniden. Sesler yükseldiğinde, sessizlik çöktü derinden.
     Park boşaltıldı, peki yürekler? Onları boşaltabilir miydi ıssız ve karanlık beyinler? Her yer ıssızlaşmaya başladığı an koca çınara doğrultulan bir göz, hilal ve ayın altında bir beden duruverdi aniden. Bu dirilen gençliğin nefesiydi. Sıcak ve içten bir nefes... İyilik mi kazanır, kötülük mü bilemem. Gökten üç elma düşmüş ve mutlu sona erilmiş demeyi çok isterdim. Nitekim o elmalar için ağaçlar lazım, o mutlu son için uyanan gençliğin sıcak nefesi lazım, aydınlık için karanlığa ışık tutmak lazım, sessiz vicdanlara ses olmak lazım. Bu sesi susturmazlarsa, bu kabaran yüreklerin taşmasını engellemezlerse, her yanan mum bir diğerini yakarsa aydınlık kaçınılmazdır...
     
Tuğçe AKDEMİR
17.06.2013

7 Haziran 2013 Cuma

Kaplumbağa Kabuğu

                                      KAPLUMBAĞA KABUĞU

       Kara bir buluttur sessizlik, ölümün yağmaya hazırlık yaptığı anlar gibidir. Yağışa kapılmadan bir yere sığınmayı umarsın. Bazen çatısı sızdıran bir barakaya sığınırsın ve ıslanırsın. Ölüm yavaşça işler bedenine. Sesin duvarlarda yankılanıp sana dönünceye kadar yalnız kalırsın. Ruhun, ölümün soğuk yüzüyle hiç olmadığı kadar yalnız ve bir o kadar da kalabalıktır. O anın yalnızlığı mı kucağıdır Tanrının? Ya o kalabalık, O da kanatları mıdır meleklerin? Cenneti midir kan çanağı olmuş gözlerin uykuya daldığı an? 
       Hangisi sahtedir, rüyalarında tattığın nice gülücüğün sıcaklığı mı yoksa uyandığında kalkmak için yere bastığın ayağına  yayılan soğuk mu? Gerçek, neye göre gerçektir ya da sahte, kim dediği için sahtedir? Gerçeklik ve Gerçek dışılık sadece beyninin sana hükmetmesidir. Sen beynine hükmettiğinde bazen gerçekler bir hayal, hayaller ise bir yaşanmışlıktır. Kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağanın korkusudur; dünyanın gerçekliğine, rüyaların ve düşlerin sahteliğine inanmak. Ya dünya yaşamı rüyaysa ve bir gün uyanırsan, bir gün kara bulutların yağmurları ıslatıp uyandırırsa seni bu rüyadan, o kaplumbağa çıkarırsa kafasını ve görürse sahte korkusunu...

Tuğçe AKDEMİR
    07.06.2013